Aşka (V)eda'nın Basım Süreci ve Düşünceler
(Aşağıdaki yazı, (ulaştıysa tabii ki) Sone Yayınları'na, Kaynak Yayınları Çalışanlarına, Sistem Ofset'e hem e-mail yoluyla hem de normal posta yoluyla gönderildi.)
Bir kitabın yayınlanma süreci bir kadının doğum yapma sürecine benziyor. Aylarca karalama kağıtlarına akan duygu ve düşünceler kitaplaşacak ve diğer insanlarla somut olarak paylaşılır hale gelecek. Her şey hazırlanıp yayıncıya gittiğinde kitabı yazanında bir çeşit “doğum sancısı” başlıyor. Ta ki kitap matbaadan çıkana kadar bu sancı sürüyor.
Ben bu süreci kolaylaştırmak ve kitabın istediğim gibi olmasını sağlamak amacıyla yayıncıya hazırlıklı gidiyorum. Her şeyi CD'ye kopyalamış durumdayım. Burada iki dosya önemli. Birincisi kitabın içindekiler. Dizgisini yapmışım, her şeyi hazır. Hatta elimde bir dosyada yazdırılmış bir örneği de var. İkincisi de kapak. Bu da CD'de hazır. Sadece hangi yayınlar olduğu ve sırt yazısı yok. Bunu da ben daha önceden bilmediğim için yazamamıştım. Çünkü kullanılan kağıt kitabın sırt kalınlığını etkileyecek.
Yayıncımla beraber kitabı basacak olan Aydınlık Yayınları'nın ilişkili olduğu “Sistem Ofset”e giderek Celal Demirel ile tanışıyoruz. Tunceliliymiş. Demokrat, uygar bir insan olduğu izlenimini ediniyorum ve bu beni sevindiriyor. Kendisi Kaynak Yayınları'nın kitaplarını basıyor, bu bile ciddi bir kuruluş olmaları bakımından güven verici görünüyor. Kitabın basım sürecine ilişkin her türlü detayı konuşuyoruz. Konuşmaya göre her şey mükemmel. Ben özellikle kalite arıyorum ve “ekstra maliyeti bile olsa kaliteden ödün vermeyelim” diyorum. Oluşan güzel ortamında basım ücreti olan € 1000 euronun hepsini elden hiç çekinmeden veriyorum. Sonra yandaki grafikerin odasına geçiyorum ve CD'deki kapağı açıyoruz. Kapağa sırt yazısını ve ön kısma “Sone Yayınları” yazılması gerektiğini söylüyorum. Diğer bilgileri de ona yazarak veriyorum. “Tamam” diyor grafiker, “kolay, hallederiz..”
Dışarıda yayıncım Hasan Hüseyin Yalvaç'da benden para istiyor. "Giderler" olacakmış 100 euro civarında. Kitaplar basıldıktan sonra yayıncının halletmesi gereken bandrol durumunu soruyorum. "Haa, bir de o var. O da masraf." Bence bandrol masrafı 20 euroyu geçmez ama "sorun değil, yeter ki kitap basılsın ve gereken ilgiyi göster, üç beş kitapçıda bununmasını sağla." diyorum ve ona da 200 euro veriyorum.
Eh, benim açımdan beklemekten başka yapılacak pek fazla bir şey yok. Doğum sancıları başladı bile. Tespit edilen kağıdın bulunamamasından kaynaklanan bir haftalık gecikmeyi olağan kabul ediyorum. Telefonda Celal Bey’le görüşüyor ve kitabın alternatif olarak tespit ettiğimiz kağıda basılmasını kararlaştırıyoruz. Ve sancılı günler geçiyor. Kitapların basımı yapılıyor. Kitapları ilk gördüğümdeki sarhoşluk geçince nerdeyse çıldırıyorum. Sırasıyla basılan bütün kitaplara ilişkin eksiklikleri, hataları not alıyorum:
Kapağa ilişkin hata(!)lar:
(Grafiker ile ilgili):
· Sırt yazısı yok.
· Ön kısımda hangi yayınlar tarafından basıldığı yazısı yok. (Kısacası kapağı ben nasıl vermişsem öyle matbaaya gönderilmiş, hiçbir şey eklenmemiş.)
· Kapağın arka kısmındaki yazı kapak sırt çizgisini geçmiş.
(Matbaa ile ilgili):
· Bütün kitapların alt ve üst kısımlarında küçük yırtıklar var. (Kör bıçakla kesilmiş belli.)
· Kitabın içinde olması gereken bir mavi sayfa mavi kağıtlar yetmediği için (!) son 100 adet kitapta beyaz kağıt kullanılmış.
· Ön kapağın iç kısma doğru olan uzantısı özensiz yamuk yumuk katlanmış.
· Kitapların yarısında arka kapak tümüyle ortadan dikey olarak katlanmış ve bir katlama çizgisi oluşmuş.
· Bir kısmında kapak nayloncukları bozuk, baloncuklar falan oluşmuş.
· Kitap 70 sayfa. Son sayfada son şiir. Oysa ben standart 72 olacak diye düşünmüştüm ve son sayfa boş kalsın demiştim kendi kendime. (Hayret yani, kağıt tasarrufu adına bu işi teknik olarak nasıl becerdiler, ayrı bir konu.) Ve son sayfada kitaba adını veren şiir ve sayfanın kenarları bazı kitaplarda pürtük pürtük. Belli ki bıçak orayı kesmemiş, kağıt küçük kalmış.
Hafta Sonu Celal Bey’e ulaşamıyorum ve iki gün üzüntüden (ve sinirden) kahroluyorum. Pazartesi telefonla ulaşıp durumu anlatıyorum. Bana üzerinde hangi yayınevinin yayınladığı yazısı ve sırt yazısının olmayışı hatasının yayıncım Hasan Hüseyin Yalvaç'da olduğunu söylüyor! O gelip grafikerin başında onları yazdırmalıymış! (Ben sanki grafikere bunu söylememişim gibi!) Daha sonra kitabın yukarıdaki diğer hatalarını (!) sıralayınca, en son olarak özür diliyor ve bütün kapakların yeniden bastırılıp değiştirileceğini söylüyor. Ve ben aynı gün bütün kitapları Bursa’dan İstanbul’a direk matbaaya götürüyorum. Harcadığım emeği, zamanı ve parayı önemsemiyorum, çünkü kitapları matbaaya teslim ettikten sonra Celal Bey’le yüz yüze görüşmemde tekrar özür diliyor ve söyledikleri beni rahatlatıyor:
“Para bizim için önemli değil, gerekirse bütün kitapları yeniden basarız. Bu sefer ben basımla bizzat ilgileneceğim. Sonuçtan memnun kalacaksın.”
“Peki yayıncımda olan kitaplar?” diye soruyorum.
“Onları da yayıncı getirdiğinde hepsini değiştiririz” diyor. Sonra kitapları kapakları değiştikten sonra bana (Bursa’ya) kargoyla göndereceği konusunda da anlaşıyoruz.
Memnun olarak oradan ayrılıyorum. Kitapların bütün kapakları değişecek, hata telafi edilecek ya.. Önemli olan bu.. Olumsuzlukları unutmaya başladım bile...
Yaklaşık bir hafta sonra kitaplar Bursa’ya geliyor. “Ödemeli” gönderilmiş. 40 milyonu (yaklaşık 27 euro) bayılırken “paraya önem vermeyen” zatı düşünüyorum. Hem işini özensiz yap, hem de daha sonra hatayı düzetme maliyetinden de olabildiğince kaçmaya çalış. Ticari anlayışta dürüstlüğün sınırı nerede acaba diye düşünüyorum. “Gelen kitapları kontrol et önce” diyorum kendi kendime. “Her şey iyiyse unut bunları gitsin.” Kapları değiştirilmiş kitapların ve hepsinde sırt yazısı ve yayınevi yazısı var. Ama özensizlik adına tespit ettiklerimse şunlar:
· Bütün kitaplardaki sırt yazısı yamuk. Sırta düz olarak yerleştirilmemiş. Yaklaşık olarak yarısında yamukluktan dolayı azda olsa yazı ön ya da arka kapağa taşmış durumda.
· Yaklaşık kitapların yarısında ön ve/veya arka kapak katlanmış ve bir katlama çizgisi oluşmuş. Yani kitaba bakıldığında önde ya da arkada ya da her iki tarafta bir yamuk üzerince küçük çatlaklıklar olan çizgiler.
Sonuç olarak saatlerce oturup “az hatalılar” “çok hatalılar” diye kitapları ayırdım. Celal Bey’e ise hem kitapların durumunu iletmek hem de kitapları bana “ödemeli” gönderdiğini kendi ağzından duymak istedim. Telefon ettiğimde konuşmaya uygun değildi. Ertesi gün aradığımda ise bir haftalığına İstanbul dışına çıkmıştı!
İstanbul'da en azından matbaacıyı görmek için taksi tutup matbaaya gittim. Matbaacı kendilerinin elinden geleni yaptığını söyledi. Aynı taksiyle dönerken bana yapılanlara dayanamadım ve gözlerimden yaşlar boşandı. Olan olmuştu, Celal Demirel ve Hasan Hüseyin Yalvaç tarafından tarafından aldatılmış, mağdur olmuş ve kazık yemiştim.
Hasan Hüseyin Yalvaç daha sonra bandrol dahil yayıncılıkla ilgili hiçbirşey yapmadı. 200 euroyu bir güzel yedi.
Tüm bunlar karşısında yapacak çok şey yoktu. Bana sadece süreci değerlendirmek bakımından yaşadıklarımı olduğu gibi yazmak düşerdi ve ben bu yazıyla bunu yaptığımı sanıyorum. Neden mi? Celal Demirel gibilerine “parayla daha başka neler satılık?” diye sormak bakımından. Buna benzer bir süreci yaşayacak olanlara benim yaptığım hatayı yapmamaları; yani dostluk, uygarlık, dürüstlük gibi kavramları ticaretle karıştırmamaları bakımından. Olanlardan çıkardığım sonuç bana bir ders, bu süreci yaşayacaklara tavsiye niteliğinde:
Siz siz olun kim olursa olsun böyle bir süreçte olaya ticari bakın ve paranın hepsini bir anda vermeyin. Süreci detayları ile konuşun. Dikkat edin, görünüşe aldanmayın, güzel lafların altında sahtekar, kapitalist paracı, kazıkçı anlayış yatabilir. Ve benim gibi kendi paranızla rezil olmayın.
Esas beni vuran şey mi? Celal Demirel’in Tunceli’li olduğunu söylemesi. Şimdi düşünüyorum da, o kentin onuru var... Rastgele birileri o adı kullanıyormuş demek ki...
Turgay Usanmaz
14 Ağustos 2002
----------
YAZIŞMA EKLERİ
Herkesin yaptığı yanına kar kalır mı? Soru bu. Kalmaması lazım. En azından "kim neyi ne zaman ne için yapmıştır?" sorusunun yanıtını arayanlar olursa doğru yanıtlar verebilmek, yaşanmış olayların oldu bittiyle unutulmadan arşivlenmesini sağlamak gerekir diye düşünüyorum.
Bu nedenle Facebook'tan Celal Demirel'i buldum. Arkadaşlık isteğimi de kabul etti her nasılsa. Sonra aşağıdaki mesajı kendisine gönderdim:
"Celal Demirel ve Hasan Hüseyin Yalvaç'ın bir zamanlar bana yaptıkları dolayısıyla kitaplarımı bulmak için nasıl İstanbul'da bir taksi içinde gözlerimden nasıl yaşlar boşaldığını unutmadım daha.
Celal Demirel ve Hasan Hüseyin Yalvaç, ikinizi de dürüst ve vicdanlı insanlar şahsında kınıyorum."
Celal Demirel bu mesajımı okuduktan sonra jeton düşmüş olacak ki beni arkadaşlıktan sildi. Ben de devamla ona bir mesaj daha gönderdim:
"Beni arkadaşlıktan silince yaptığını da silimiş olmuyorsun. Sadece makalede değil, bir romanda da yer alacaksın. İlişkide kalırsan, en azından seni de içinde anlatan bedava -parayı çok seversin ya- bir roman sahibi olursun."
A ha, bu söylediklerim ona fazla gelmiş olacak ki, aşağıdaki mesajı siteden bu yazının altına göndermeye çalışmış, olmayınca bana e-maille direk göndermiş:
"Turgay Bey
Sizin sitenize yorum yazmak istemiştim, kabul edilmiyordu. Şimdi sen o kitapları teslim aldım mı aldın, peki sana borcum var mı? Varsa söyle, Türkiye de olmadığın için atıp tutuyorsun. Türkiyeye geldiğinde uğramanı isterim. Yavaş yavaş hastalıklı hal alıyorsunuz. Size açıyorum. O romanı yazmak kim sen kim zavallı adam."
Şimdi, yanıt sırası bende. Öncelikle bir "aferin" i hak ediyor bu vatandaş. Cesaretinden dolayı. Çünkü "hem suçlu hem de güçlü" misali bana yazma cesaretini göstermiş.
Üstelik yukarıdaki hikayeyi es geçmiş olayı basite indirgemiş "sen kitapları aldın, iş bitti" diyor. O kadar basit yani.
Bu düzenbaz adam, bu kadarla da kalmıyor, yazdıkları tehdit de kokuyor. Türkiye'de olursam atıp tutamazmışım yani. Benim çoğunlukla Türkiye'de yaşadığımdan haberi yok. Hakaret hiçbir zaman tarzım, şiddet de hiç tercihim olmamıştır. Ama söyleyelim, dayılanmalara karnımız toktur, ille de şiddet sözkonusu olacaksa ona dersini vermek isteyenler de çoktur, biliyorum. Yukarıdaki satırlar bu amaçla yazılmışsa bir yolunu bulur, onu bir gün ziyaret eder, önüne çıkarız. Değilse, ne söylediğine dikkat etmeli.
Son olarak, Türkçe öğretmeni olmamdan kaynaklanarak bu düzenbaz adamın Türkçe hatalarını düzelteyim.
"Türkiyeye, Türkiye de" yanlış. Doğrusu "Türkiye'ye, Türkiye'de" olacak.
"Size açıyorum" yanlış, "acıyorum" demek istedi sanırım. Klavyede "c" ve "ç" harfleri yanyana olsa kazara "c" yerine "ç" ye basmış derdik ama öyle değil. Öğrenmesi lazım.
Roman yazmak da bana göre değilmiş. Onu ileride görürüz elbette ama önce şu gariplikleri görmek gerekir: Türkçeyi böylesine kullanan Kürt kökenli ama "kıraldan çok kıralcı" Türkçü Aydınlıkçıları destekleyen bu adam, benim roman yazabilme yeteneğim hakkında yorum yapıyor. Ne günlere kaldık. Birileri kalkar da onun bu haliye bir ofsetin başına nasıl oturmuş/oturtulmuş olacağını sorgular diye düşünmüyor.
Turgay Usanmaz
Not: Celal Demirel'den ya da H. Hüseyin Yalvaç'tan gelebilecek her türlü tepki bu sayfada yayınlanacak.